4 Eylül 2012 Salı

Yedinci Gün / İhsan Oktay Anar


             Aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine fazlaca ağırlık vermiş olacak ki Ulu Hakanımız havagazı lambasını kapattı ve o karanlıkta bir sâyepûşun altındaki yaldızlı koltuğa oturdu.Gecenin o saatinde hâlâ, ipek gömleğini, kruvaze yeleği, siyah redingotu üzerindeydi. Fesini çıkardı ve sinâmeki şurubu dolu billûr bardağa uzandı. Besmele çektikten sonra bardağı dikip son damlasına kadar içti. Bu esnâda nedense sol eli başının tepesindeydi. Ulu Hakanımız ilacı içtikten sonra Cenâb-ı  Hakk’tan şifâ niyâz eyledi. Çünkü sadece kendinse âit helâ-yı  hûmayunun müstahdem  tarafından temizlenmesine dört gündür gerek kalmıyordu. Yıldız’dan, Efendimiz’in peklik denilen belâ-yı muazzamadan mustarip olduğuna dâir bir şayia yayılması bir faciâ olurdu. Bereket versin ki müstahdem, şâyân-ı itimât bir helâlzâdeydi. Ancak efendimiz onun, temizliğinden mesûl olduğunu ayakyolunu bizzât kendi hâcetini de def etmek için ara sıra sûistimâl ettiğinden şüphelenmekteydi. Ne var ki Hakanımız’ın tasası elbette ki sadece bu değildi. Hafiye tâifesi ve sansür yoluyla kullarının akıllarını kullanmalarına kısıtlama getirdiğinden, onlar adına her şeye şimdi bizzât kendi karar vermeye mecbûrdu.


                Taşıdığı bu kurşun gibi yükle, oturduğu koltukta Hakanımızın gözlerini yumdu. Belli ki beynelminel meseleler üzerine derin bir tefekkûre dalmıştı. Derken kulağının dibinde bir ses işitti:
                “Yı’!..Yyyyı!..Yyyyyyyyyyyyyyy!..Yyy!..Yı!..”
                Efendimiz gözlerini açtı. Redingotunun mendil cebinden kibritini çıkarıp çaktığında, salondaki altun yaldızlı devâsâ mobilyalar bir an ışıldadı. Ağır ağır yerinden doğrulan Ulu Hakan, Rejans ûslûbundaki saatli yazı masasına doğru ilerledi. Saatin yanındaki, üç atlant ile temsil edilen üç kollu gümüş şamdandaki mumları teker teker yaktı ve usulca, masanın maun sathındaki bambu sinek raketine doğru uzandı. Tefekkürünü bölen hayvanı telef etmeye kararlı görünüyordu. Sol elindeki şamdan ve sağdakine raket olduğu hâlde karanlığı kulak kabarttı.
                Efendimiz salonda ağır ağır ilerlerken mumların titreyen alevinde sedef ya da bağa kakmalı konsollar, bronz yâhut altun kaplama koltklar ve iskemleler, oymalı ve tezyînatlı komodlar, dolaplar ve çırağpâlar, ışıl ışıl parlayıp parlayıp sönüyorlardı. Nihâyet salonun diğer ucunda, kenarları yılankavi görünen tuhaf ve devasâ bir masa seçilmeye başladı. Ulu Hakan işte bu koskoca masaya iyice yaklaştı ve ansızın üst dişleriyle alt dudağını hınçla ısırdı ve raketi kaldırdı’ İtalyan heykeltıraş Valeriyani tarafından aslının yedi yüz ellide biri mikyasında yapılan Dersaadet maketi, Ayasofya’sı Bâbıâli’si , Galata Kulesi, tüm câmiileri, tüm kiliseleri, tüm havralarıyla birlikte, hattâ tüm çeşmeleri, tüm dâireleri, garları, atlı tramvayları, postahâneleri, tersânesi ve irili ufaklı bütün binâlarıyla birlikte, aslına tamamen uygun olarak, raketin altındaydı! Hatta heykeltıraş, yollardaki ve binâlardaki insanları bile es geçmemeiş, kadını erkeği, hafiyesi zaptiyesi, ulemâsı şuarâsı, delisi divânesi, fırı kopili ile onları da bu dev şehir maketine katmıştı. Ayrıca atlar ile onlaın çektiği arabalar, ve sokak köpekleri bile unutulmamıştı.
                Raket biraz daha kalktı. Aşağı yukarı Bâbıâli’nin üzerindeydi. Sivrisineği daha iyi görebilmek için Efendimiz ışığı yaklaştırdı. Evet’ Bu lanet mahlûk, Eminönü’ne  inen yokuşun solundaki iki katlı kâgir binanın duvarına konmuştu. Burası bir matbaaydı ve pencerelerinden giren ziyâ, içeride ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgûl mürettiplerin yüzlerindeki korkuyu aydınlatıyordu. Raket tam iniyordu ki melûn sinek havalanıverdi ve Süleymaniye Câmii’nin arkasında, üç katlı bir cumbalı evin ön duvarına kondu. Ulu Hakan mumların ışığında bu duvarı dikkatlice inceledi. Sineğin hemen sağındaki kafessiz pencereden evin haremine bir baktı. İçerideki, kadınıyla cimâda olduğu hâlde müstakbel ve muhtemel veledinin Salihlerden olması için dua okurken korkudan donup kalan adamcağızı gördüğü anda sivrisinek yine uçtu ve bu kez Ayasofya semtinde bir kâşânenin çatısına yakın bir yere konuverdi.




Devamı...
Yedinci Gün

19 Ağustos 2012 Pazar

Yedinci Gün/ Sayfa 66-68




İhsan Oktay Anar'ın beklenen romanı "Yedinci Gün" Eylül ayında İletişim Yayınları etiketiyle okuyucularıyla buluşacak. Öncesinde kapağı biraz aralıyoruz;

Sayfa 66-68
"İçerisi ara sıra cızırdayan elektrikli birkaç ark lambasıyla az da olsa aydınlatılmıştı. 30 adam yüksekliğindeki ahşap tavanın sağında, her ne kadar isten kararmış olsa da "Allâh" lâfzı, solunda ise silinmeye yüz tutmuş "Muhammed" ismi yazılı olduğuna bakılırsa burası câmii gibi bir mübârek mekân olmalıydı, ama kelepçelenip demet hâline getirildikten sonra yirmisi otuzu duvarlara rapt edilmiş ve metrelerce uzanan elektrik kablolarına ne buyurulurdu? Zemin halılarla kaplıydı, üstelik her biri bir vakitler su içinde 300 lira edecek kıymetli halılardı bunlar, ancak şimdi kısmen ya da tamamen yanmış, üzerlerine kapkara makina yağı dökülmüş, sökülmüş, delinmiş, eprimiş, hebâ ve mahvolmuşlardı. Bunda, tez zamanda aktarılması gereken çatıdan akan yağmur sızıntısının da payı elbette yok değildi. Kapkalın ahşap kirişlerine, guruldayan ve ara sıra patır patır kanat çırpan güvercinlerin yuva yaptığı çatıdan gelen yağmur, sağ ve sol duvarlardaki Kâbe ve Mescid-i Âksa tasvîrlerini de berbat etmiş, küf içinde bırakmıştı. Tavan ve duvarlardaki ince bezemeler de bakımsızlıktan ve ihmâlden nasîplerini almışlardı. Birkaç ayrı yerde, kazma, kürek, balta ve kancalarla birlikte, nicedir değiştirilmediği için metan gazı kabarcıklarının yükseldiği ve rengi artık yeşile çalan su ile dolu yangın kovaları vardı. Tavandan tâ zemine sarkıp sürtünen bilek kalınlığında bir kablonun, naklettiği şiddetli elektrik cereyânı neticesinde, tuzağa düşmüş çılgın bir ejderha gibi, değdiği yerde elektrikî kıvılcımlar saça saça sağa sola, oraya buraya savrulduğunu gören İhsan Sait, yangına karşı neden bu kadar çok tedbir alındığını anladı. Bütün elektrikî tâkat, buhar makinesinin döndürdüğü, dökme demirden koskoca bir münevvebe tarafından elde ediliyordu. Ağzı bir karış açık olduğu hâlde sağı solu temâşâ eden İhsan Sait, kalayla kaplı bakırdan mamûl, yirmişer adam boyunda tam altı adet pırıl pırıl devâsâ meksefe gördü. Bu hayreti mûcip âlâttan hangisine bakacağını bilemediği için hiçbirini seçip doğru dürüst inceleyemiyordu: Kâh parmak kâh ibrişim kalınlığında bakır kablo veya tellerden yapılma dev bobinler, petek bobinler, ortalarındaki demir nüve ancak bir bucurgatla döndürülüp mühtezleri ayarlanabilecek daha büyük bobinler, parlak pirinç sürgülü reostalar ve sâbit mukâvemetler, maun kaplı kumanda levhalarında ibreleri kıpırdaşan ampermetreler, voltmetreler, şalterler, mütehavvil meksefeler, açık ve kapalı şalterler ve sâir edevât! Kablolardan ve bütün bu techîzâttan bir vınlama işitiliyor, ayrıca buhar makinesinin pistonu gidip geldikçe zemin sarsılıyordu. Etraf, bakır kabloları lehimlerken ateş kadar sıcak havyanın batırıldığı nişadırdan tüten buğudan, bobin tellerini kâğıtla tecritte kullanılan harârete mâruz kalmış Arap zamkının keskin kokusundan, buhar kazanından gelen is, kurum ve dumandan geçilmiyordu. Fakat İhsan Sait o anda, daha önce hiç görmediği bir tür lamba gördü. Bunlar krom kaplı kâidelere oturtulmuş on iki koskoca parlak lambaydı ve pek az ışık veriyorlar ama şiddetli bir ısı neşrediyorlardı. Hattâ camları çatlamasın diye bazıları yağ dolu fanuslarda muhâfaza ediliyordu. Her birinin altından hepsi de parmak kalınlığında en az beş kablo çıkıyor ve bu uğursuz mekânın muhtelif yerlerine doğru uzanıyordu. İhsan Sait bunların ne işe yaradığını anlayamadı. Ama burası hiç de tekin değildi. Eli beline gitti ve silâhını çıkardı. Kamburu işte o sırada gördü." 




10 Ağustos 2012 Cuma

Kürk Mantolu Madonna


Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif Efendi’nin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerim önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilemediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendimize sorarız: “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğuna, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığını bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif Efendi’yi daha yakından tanımam sadece bir tesadüf eseridir.
Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra –neden çıkarıldığımı hâlâ bilmiyorum, bana sadece tasarruf için dediler, fakat haftasına yerime adam aldılar –Ankara’da uzun müddet iş aradım. Beş on kuruş param, yaz aylarını sürünmeden geçirmemi temin etti, fakat yaklaşan kış, arkadaş odalarında, sedir üzerinde yatmanın sonu gelmesini icap ettiriyordu. Bir hafta sonra biticek olan lokanta karnesini yenileyecek kadar bile param kalmamıştı. Sonu çıkmayacağını bile bile girdiğim birçok kabul imtihanlarının hakikaten sonu çıkmayınca nedense gene üzülüyor; arkadaşlardan habersiz olarak, tezgâhtarlık için müracaat ettiğim mağazalardan ret cevabı alınca yeis içinde gece yarılarına kadar dolaşıyordum. Birkaç tanıdık tarafından ara sıra davet edildiğim içki sofralarında dahi vaziyetimin ümitsizliğini unutamıyordum. İşin garibi, sıkıntımın arttığı ve ihtiyaçlarımın beni bugünden yarına çıkarması bile imkânsız hale geldiği nispette, benim de çekingenliğim, mahcupluğum artıyordu. Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman başımı önüme eğip hızla geçiyordum; evvelce bana yemek yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. “Vaziyetin nasıl?” diye sordukları zaman, acemi bir gülümseme ile: “Fena değil… Tek tük muvakkat işler buluyorum!” diye cevap veriyor ve hemen kaçıyordum. İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.
Bir gün, akşamüstü, istasyonla Sergievi arasındaki tenha yolda ağır ağır yürüyor, Ankara’nın harikulade sonbaharını doya doya içime çekerek ruhumda nikbin bir hava yaratmak istiyordum...




Devamı...
Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali
Yapı Kredi Yayınları

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Bir Dinazorun Gezileri


I.
Küçük Mutluluklar

                Küçük mutlulukar denilen şeyleri doğru dürüst değerlendirmesini bilirseniz, bunların aslında büyük, hem de çok büyük mutluluklar olduğunu anlarsınız. Örneğin, bütün bir yaz günü, Anadolu yollarında toz toprak içinde külüstür bir otobüste geçirdikten sonra, akşemleyin küçük bir kıyı kasabasına varmışsınız. Ucuz bir pansiyonda soğuk bir duş yapıp, kumsaldaki kır gazinosuna gidiyorsunuz. İki ayağınız suya değecek bir biçimde masanızı denize doğru çekiyorsunuz. Garson, beyaz peynirinizi, kavununuzu ve rakınızı getirdikten sonra, hiç kimse görmeden usulcacık ayakkabılarınızı çıkarıp, bütün gün sıcakttan pişen ayaklarınızı bileğinize kadar serin denize sokuyorsunuz. Ve güneş karşınızda batarken rakınızı yavaş yavaş içiyorsunuz. Sorarım size, büyük bir mutluluk değil mi bu küçük mutluluk?
                Bunca felâket, bunca zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünyada köpekler gibi mutsuz olmanın kolaylığını bildiğim için, mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde bozulurum. Mutsuz olmak marifet değildir. Çektiğin acıları gözler önüne sermemek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip,küçük mutluluklara sığınmak, onlarla yetinmek asıl marifet.
                Bu küçük mutlulukları tadabilmeniz için, beylik anlamda mutlu olmanız, aile çevresinde huzurlu bir yaşantınız, başırıyla yürüttüğünüz bir işiniz, toplumda önemli bir mevkiniz, bol paranız filân olması lart değildir. Hattâ bunlar, küçük mutluluklara zaman ayırmanızı engelleyebilir bana kalırsa. Beş duyunuzu olması ve bu beş duyunun tam kapasite ile çalışması, yani sahiden görebilmeniz, sahiden işitebilmeniz, sahiden koklayabilmeniz, sahiden dokunabilmeniz ve ağzınıza koyduğunuz şeyin tadını sahiden alabilmeniz, küçük şeylerin sizi mutlu etmesine yeter de, artar da. Örneğin, işyerinizde gün boyu çeşitli aksiliklerle boğuşmuşsunuz. Akşam evinize dönerken trafik sıkışıklığından ötürü sinirleriniz büsbütün bozulmuş. Sonunda oturucak yer bulamadığınız vapurdan itile kakıka çıkıp, perişan bir halde Kadıköy’e varıyorsunuz. Evinize doğru yürüyünce, kafeslerdeki kuşların ve çiçeklerin satıldığı yerin yanından geçerken, bir güvercin uçtuğunu görüyor, Çingene kızların sattığı karanfillerin kokusunu alıyorsunuz. Melih Cevdet’in o çok sevdiği şiiri aklınıza geliyor hemen:

Bir çift güvercin havalansa,
Yanık yanık koksa karanfil.



Devamı…
Bir Dinazorun Gezileri
Mîna Urgan
Yapı Kredi Yayınları

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Uzun İnce Yolcular


Alp Zeki Heper

Paris IDHEC ( Institut des Hautes Etudes Cinêmatographiques) mezunu, Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri  adında bir film yapmış. Çıldırarak öldüğü söyleniyor. Alp Zeki Heper hakkında ilk bilgiler bundan ibaretti. Bu kadar ipucundan yola çıkarak, bir yaşamı ürünleriyle beraber ortaya çıkarmak çok iddalı, bunun yanı sıra çok heyecan verici  ve sevabı  bol bir uğraş olacaktı. Teklif Enis Batur’dan, 1987’de Gergedan dergisinde çalışırken geldi. Meçhul sinemacı hakkında ön bilgiler çok kıt, fakat danışılacakların listesi kalabalık ve çok renkliydi: Füsün Erbulak, Mustafa Kemal Ağaoğlu, Oktay Kurtböke, Giovanni Scognamillo, Edip Sakarya, Onat Kutlar, Haldun Dormen, Lütfi Akad, Selim İleri, Osman Saffet Arolat, Sami Şekeroğlu ve daha kimler kimler.
Bu kadar çok ünlü tanıdığa rağmen “unutulmuşluğu” çok garip, belki çok esrarengiz ve hatta bunlardan da öte ayıp değil mi? Lakin son sözü en başta söylemekte hiç beis yok; meğer Alp Zeki de eşine, dostuna az “illallah” dedirtmemiş. Sonunda herkes onu defterinden silmiş. Hatta yolda görünce kaldırım değiştirir olmuşlar. Mesela yakınlarının çoğu onun öldüğünü, üstelik yıllar önce öldüğünü bu araştırma sırasında öğrenmişti.
Çocukluk arkadaşı olan Mustafa Kemal Ağaoğlu ile Cihangir’den Üsküdar’a bakan evinde buluşmuştuk. Söze başlamadan önce, Samsun’un jelatinini itinayla soyup, ağızlığına itinayla bir sigara yerleştirdi. Alp Zeki ile 1950’de Büyükada’dan tanışıyorlar. Dokuz-on yaşlarında bir grup çocuk düşünün. Birlikte yasak bahçelere girip çıkıyorlar, denize birlikte gidiyorlar. Alp Zeki suda tuttuğunu boğmaya çalışıyor. Özellikle de Mustafa Kemal’i. “Beni hep boğmaya çalışırdı. Ensemden bastırıp kafamı suya sokar, can havliyle çırpınışlarımı kahkahalar atarak seyretmekten korkunç zevk alırdı. Bu yüzden ciddi kızgınlıklar yaşadığımızı hatırlıyorum.”
İstanbul’a yaz geldi mi, Boğaz’da yalısı olmayan sosyete Adalar’a kaçardı. Özellikle Büyükada’da yazlıkçı olmak önemli bir göstergeydi.

Devamı…
Uzun, İnce Yolcular
37 Portre
Ümit Bayazoğlu
Yapı Kredi Yayınları

27 Temmuz 2012 Cuma

Kuyucaklı Yusuf

        1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.
     Kaza kaymakamı Selâhattin Bey, Müddeiumumi ile Doktoru yanına alarak ertesi günü tahkikata bizzat gitti. Candarma kumandanı izinli olduğu için yanlarına bir başçavuş ve üç candarma neferi vardı.
     Siyah kuzu derisi kalpaklarından (ve doktorun fesinden) renkli yağmur suları süzülüyor, şakaklarında garip şekiller çizdikten sonra çenelerinin altında birleşerek göğüslerine damlıyordu.
       Yolun iki tarafındaki ıslak söğüt ve hayıt ağaçlarına düşen yağmur damlaları hafif, melankolik bir tıpırtı çıkartıyor, atların kumlu yolda intizamsız izler bırakan ayakları gıcırtılı ve ezik sesler veriyordu.
     Köye yaklaştıkça yolun kenarlarındaki ağaçların cinsi değişti. Şimdi birçok yerlerde incir ve ceviz ağaçları, yolun kenarlarında koyu yeşil iki duvar gibi yükseliyor, hatta bazı yerlerde iri cevizler tabii bir kemer vücuda getiriyorlardı.
    Bu kasvetli ve şıpırtılı günde hiç ses çıkarmadan ilerleyen kafileyi görmek insana elinde olmayan bir ürkeklik veriyordu. Yaşı otuzbeşten fazla olmamasına rağmen kalpağanın kenarından bembeyaz saçları görünen kaymakam en ileride, başı önüne eğili ve gözleri atının ıslak ıslak sivrilen kulaklarında, gidiyordu. Müddeiumumi sağında ve biraz acemice ve korkak, atın üzerinde sallanıyor, bir türlü ateş almayan çakmağından sigarasını yakmaya uğraşıyordu. Doktor ise kalender, gün görmüş bir adamdı. Güzel tambur çalardı; şimdi de bıyıklarından sular akarak hafif hafif ıslık çalıyor, bugünlerde çalıştığı, kemençeci usta Nikolaki'nin mahur saz semaisini tekrar ediyordu. 
    Arkadan gelen dört candarma, yamçılarına bürünmüş ve martinlerinin sırtlarına çaprazlama asmışlardı. Yamçılar atların kasıklarına kadar uzandığı ve tüylü, siyah bir ehram halinde süvarisi ile hayvanını birleştirdiği için tek mahluk gibi görünüyorlardı.
     İki saat kadar sonra Kuyucak'a geldiler. Çamurlu sokaklarda hiç kimseler yoktu; yalnız çıplak ayaklı küçük bir kız çocuğu elinde bir değnek ile, mütamadiyen bağıran ve çamurlu kanatlarını telaşla çarparak koşan birkaç kızı kovalıyor, onları bir bahçe çitinin alt tarafındaki ufak delikten içeri sokmak istiyordu. Atları görünce, kenardaki ekşi kokusu ta uzaklara kadar yayılan bir gübre yığınının üzerine çıktı; değneğini ayaklarının ucuna dayadı ve büyük gözlerle geçenlere bakmaya başladı. Atlılar köşeyi dönünce kızları olduğu gibi bıraktı, elinden değneğini atarak evine koştu.




Devamı...
Kuyucaklı Yusuf
Sabahattin Ali
Yapı Kredi Yayınları

26 Temmuz 2012 Perşembe

Onlar Hep Oradaydı

Kuşdili Kovboyları


 Son çekiç darbesini de vuran adam, merdiven basamaklarını ağır ağır inerken, astığı tabelaya ilk güvercin konar:




GÜLİSTAN GAZİNOSU
 HAMDİ BEY İDARESİNDE

     İşleri önce iyi gider Hamdi Bey'in. Ama, İstanbul'da dans çılgınlığı başlayınca el etek çekilir gazinodan. Kadıköy yakasındaki Kuşdili çayırının güzel bir yerinde olmasına rağmen, alaturka bir havası vardır Gülistan Gazinosu'nun. Hamdi Bey, modaya uymak için bir dans pisti yaptırıp bir caz ekibiyle anlaşsa da, gençler eğlenmek için Kalamış'taki Todori'nin bahçesini tercih etmekteydiler.
    Caz işini kıvıramayacağını anlayan Hamdi Bey, alaturka müziğe devam etmeye karar vererek, oldukça geniş bir saz ve ses heyetiyle anlaşma yapar. Dönem, 1920'li yıllarının sonu olduğu için, perşembe öğleden sonra ve cuma günü tatil yapmaktadır İstanbullu. Hamdi Bey de, parasını peşin ödediği saz heyeti için büyük bir reklam kampanyası başlatır. Günler boyunca çığırtkanların girmediği sokak, el ilanı vermediği insan kalmaz neredeyse... Tüm hazırlıklar tamamlanıp müşteriler beklenirken, aniden bastıran yağmur göle dönüştür Kuşdili çayırını. Gazinonun kapalı yeri olmadığı için, boş ve ıslak masalara karşı bir müzisyenin akort etmeye çalıştığı kemanının sesi duyulur yalnızca.
    Yaz yağmurunun azizliğine uğrayan Hamdi Bey, bir sonraki perşembe akşamı için aynı masrafı yapmaya kararlıdır. Büyük bir hazırlığa kalkışır yeniden. Ama, Gülistan Gazionusu aniden bastıran yaz yağmuruna esir düşer bir kez daha...
    Umudunu yitirmez Hamdi Bey; bir sonraki hafta için aynı saz heyetini kuracak, aynı mezeleri hazırlatacak ve gazinosu eskiden olduğu gibi kalabalık gecelerinden birini yaşayacaktır. Büyük bir borç altına giren Hamdi Bey, masa örtülerini ütülettirir, kadehleri parlattırır her şeye rağmen. Hazırlıkların yapıldığı günlerde havaların iyi gitmesi, Kuşdili çayırının kağıt helvacılar, macuncular ve dondurmacılardan alışveriş yapan Kadıköylülerle dolması Hamdi Bey'in yüzünü güldürür. Perşembe gününe kadar her sabah, pencereden odaya sızan yaz güneşiyle uyandığı için de son derece mutludur Hamdi Bey,
    Ama, Perşembe sabahı güneşin tatlı tebessümü uyandırmaz Hamdi Bey'i. Telaş içinde kalkar ve odanın perdelerini iki yana açar; önünde kara, kapkara bulutlar vardır. Öğleden sonra hava düzelir diye umut eder ama, çayıra adını veren kuşların dili, yağmurun sesine bırakır yerini... Üstelik, ıslak bir sessizliğe gömülü Gülistan Gazinosu'nun jenaratörü de çalışmaz o gece. Hamdi Bey, yumruk yaptığı iki elini şimşeklerin çaktığı gökyüzüne doğru kaldırıp bağırır: "Uğraşma benimle!.."


Devamı...
Onlar Hep Oradaydı
Sunay Akın
Çınar Yayınları