Aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine
fazlaca ağırlık vermiş olacak ki Ulu Hakanımız havagazı lambasını kapattı ve o
karanlıkta bir sâyepûşun altındaki yaldızlı koltuğa oturdu.Gecenin o saatinde
hâlâ, ipek gömleğini, kruvaze yeleği, siyah redingotu üzerindeydi. Fesini
çıkardı ve sinâmeki şurubu dolu billûr bardağa uzandı. Besmele çektikten sonra
bardağı dikip son damlasına kadar içti. Bu esnâda nedense sol eli başının
tepesindeydi. Ulu Hakanımız ilacı içtikten sonra Cenâb-ı Hakk’tan şifâ niyâz eyledi. Çünkü sadece
kendinse âit helâ-yı hûmayunun müstahdem
tarafından temizlenmesine dört gündür
gerek kalmıyordu. Yıldız’dan, Efendimiz’in peklik denilen belâ-yı muazzamadan
mustarip olduğuna dâir bir şayia yayılması bir faciâ olurdu. Bereket versin ki
müstahdem, şâyân-ı itimât bir helâlzâdeydi. Ancak efendimiz onun, temizliğinden
mesûl olduğunu ayakyolunu bizzât kendi hâcetini de def etmek için ara sıra sûistimâl
ettiğinden şüphelenmekteydi. Ne var ki Hakanımız’ın tasası elbette ki sadece bu
değildi. Hafiye tâifesi ve sansür yoluyla kullarının akıllarını kullanmalarına
kısıtlama getirdiğinden, onlar adına her şeye şimdi bizzât kendi karar vermeye
mecbûrdu.
Taşıdığı bu kurşun gibi yükle, oturduğu koltukta Hakanımızın gözlerini yumdu. Belli ki beynelminel meseleler üzerine derin bir tefekkûre dalmıştı. Derken kulağının dibinde bir ses işitti:
Taşıdığı bu kurşun gibi yükle, oturduğu koltukta Hakanımızın gözlerini yumdu. Belli ki beynelminel meseleler üzerine derin bir tefekkûre dalmıştı. Derken kulağının dibinde bir ses işitti:
“Yı’!..Yyyyı!..Yyyyyyyyyyyyyyy!..Yyy!..Yı!..”
Efendimiz
gözlerini açtı. Redingotunun mendil cebinden kibritini çıkarıp çaktığında,
salondaki altun yaldızlı devâsâ mobilyalar bir an ışıldadı. Ağır ağır yerinden
doğrulan Ulu Hakan, Rejans ûslûbundaki saatli yazı masasına doğru ilerledi.
Saatin yanındaki, üç atlant ile temsil edilen üç kollu gümüş şamdandaki mumları
teker teker yaktı ve usulca, masanın maun sathındaki bambu sinek raketine doğru
uzandı. Tefekkürünü bölen hayvanı telef etmeye kararlı görünüyordu. Sol
elindeki şamdan ve sağdakine raket olduğu hâlde karanlığı kulak kabarttı.
Efendimiz
salonda ağır ağır ilerlerken mumların titreyen alevinde sedef ya da bağa
kakmalı konsollar, bronz yâhut altun kaplama koltklar ve iskemleler, oymalı ve
tezyînatlı komodlar, dolaplar ve çırağpâlar, ışıl ışıl parlayıp parlayıp
sönüyorlardı. Nihâyet salonun diğer ucunda, kenarları yılankavi görünen tuhaf
ve devasâ bir masa seçilmeye başladı. Ulu Hakan işte bu koskoca masaya iyice
yaklaştı ve ansızın üst dişleriyle alt dudağını hınçla ısırdı ve raketi
kaldırdı’ İtalyan heykeltıraş Valeriyani tarafından aslının yedi yüz ellide
biri mikyasında yapılan Dersaadet maketi, Ayasofya’sı Bâbıâli’si , Galata
Kulesi, tüm câmiileri, tüm kiliseleri, tüm havralarıyla birlikte, hattâ tüm
çeşmeleri, tüm dâireleri, garları, atlı tramvayları, postahâneleri, tersânesi
ve irili ufaklı bütün binâlarıyla birlikte, aslına tamamen uygun olarak,
raketin altındaydı! Hatta heykeltıraş, yollardaki ve binâlardaki insanları bile
es geçmemeiş, kadını erkeği, hafiyesi zaptiyesi, ulemâsı şuarâsı, delisi
divânesi, fırı kopili ile onları da bu dev şehir maketine katmıştı. Ayrıca
atlar ile onlaın çektiği arabalar, ve sokak köpekleri bile unutulmamıştı.
Raket
biraz daha kalktı. Aşağı yukarı Bâbıâli’nin üzerindeydi. Sivrisineği daha iyi
görebilmek için Efendimiz ışığı yaklaştırdı. Evet’ Bu lanet mahlûk, Eminönü’ne inen yokuşun solundaki iki katlı kâgir
binanın duvarına konmuştu. Burası bir matbaaydı ve pencerelerinden giren ziyâ,
içeride ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgûl mürettiplerin yüzlerindeki
korkuyu aydınlatıyordu. Raket tam iniyordu ki melûn sinek havalanıverdi ve
Süleymaniye Câmii’nin arkasında, üç katlı bir cumbalı evin ön duvarına kondu.
Ulu Hakan mumların ışığında bu duvarı dikkatlice inceledi. Sineğin hemen
sağındaki kafessiz pencereden evin haremine bir baktı. İçerideki, kadınıyla
cimâda olduğu hâlde müstakbel ve muhtemel veledinin Salihlerden olması için dua
okurken korkudan donup kalan adamcağızı gördüğü anda sivrisinek yine uçtu ve bu
kez Ayasofya semtinde bir kâşânenin çatısına yakın bir yere konuverdi.
Devamı...
Yedinci Gün